Şemseddin...
Gecenin sessizliğine bırakıp kendini, yalnızca onun, sessizliğin sesine kulak vermek ve duyduğun bu hiç’liği, deruni bir rahatlamaya çevirmek. Sonra ruhunun dinginliğine teslim olup aklına gelen her şeyden uzak kalmak ve anlaşılması zor bu dünyadan bir an olsun geçip gitmek… gözlerini ışıl ışıl parlayan bir mekanda açıp daldığın hayalin gerçekliğinde yeniden ve yeniden bin kere, milyon kere yok oluvermek. Oluvermek ve ölüvermek gibi nasıl olsa her şey ve nasıl olsa soluvermesi gibi bir çiçeğin sonbaharda. Yokluğu bir gecenin kimsesiz kalmış sessizliğinde duymak, anlamak, uykusuz sabaha bakmak gibi ve bir an gibi tekrar tekrar… kim ne kadar yaşadı ve belki de kim ne kadar yaşlandı diye soruvermek gibi kolay sanmamak her şeyi, anlamak, hiç yoktan anlamaya çalışmak gerek. Çok şey gerek, her şeyin bir “şey” olduğu bu dünyada mazide kalan ama her geçen gün bir kere daha gençlik iksirini yudumlayanların olduğunu bilmek gerek. Lazım gelen vefa’yı, yaşlanmış bir fincanla hatırı kalsın diye dostlara kahve kıvamında sunmak gerek. Sunulan kahvenin lezzetinden çehrelere biraz da tebessüm gerek ki her geçen gibi geçmiş ve gitmiş, ama kalmış ve gitmemiş gibi yanımızda en yakınımızda duranlardan o meşhur usta unutulmasın…
Unutulmasın ki her usta her işte usta olamaz, olana derler ki “hezarfen”.
Hem şiir söyler, hem terzilik eder, hem hat çeker isen sana da hezarfen derler…
Hem tefsir bilir, hem siyer, hem akaid, hem Arapça ve hem Farsça ve hem de Türkçe bilir isen yine derler. Yine derler… lakabına Şemseddin, adına Ahmed Karahisârî derler.
Sultan II. Bayezid alır eline diktiğin mintanı, çağırır sarayın bütün terzilerini ve “tiz bulun mintanın ek yerlerini” der gülerek ve bulunamayacağını bilerek. Sen kumaşlara hükmeden usta, sen ilmin en zariflerinden ve sen yazının güneşi, sen Afyonkarahisarlı Ahmed Şemseddin Karahisârî.
İşte vefa babından dostlara ikram edilen kahve kıvamında bir hezarfen. Hatırası asla silinmeyecek, büyük ve muhteşem usta. Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman devrinde emsalsiz eserlere imza atan ve attığı her imza ile bir kere daha azametini ispat eden yegâne isim. Hani Süleymaniye Camii’ni yaptığında Sinan, kubbe yazısını ondan başkası yazamazdı o an. Boyları bir insan kadar elifleri nasıl da kalem gibi çekmişti kubbeye. Nasıl da çalışmıştı titiz ve kendi temizliğinde. Onun temizliği dillere destandı zaten. Bir elbiseyi hiç eskitmeden yedi yıl giymişti hani, sonra bir fakire vermişti de fakir yeni zannetmişti. İşte yüzüne akseden temizliği, yaptığı her işe sinmiş bir usta. İşte Esedullah-ı Kirmânî’nin güzide ve vefakâr ve itaatkâr öğrencisi. Yazdığı tüm yazılarında ustasından övgüyle bahseden ve kendini insanların ayak tozundan daha az değerli gören imzalarından yalnızca biri “Ketebehu ez’afuzzüafa ve türaba akdamü’l-mesakinî ve’l-fukara Ahmedü’l-Karahisârî min tilmîzi seyyid Esadullahü’l-Kirmânî rahmetullahi aleyh”
Her imza bu imza kadar içli olsa ve her duygu bu duygu gibi sevimli olsa, işte bil ki kurtuldu gitti dünya. Yaptıkları ile tarihte hiç kapanmayacak bir sayfanın sahibi, o büyük, o eşsiz, o kutlu Kur’an-ı Kerim’in şahidi ve muharrir’i hattat “Yâkut-ı Rûm” Şemseddin Ahmed Karahisâri… adı bin kere, milyon kere söylense, tüm dünya bilse keşke. Böyle bir dehadan herkesin haberi olsa, o müthiş Topkapı Sarayında bulunan Hz. Peygamber hırkasına komşu duran Kur’an-ı Kerim’in hattatının Karahisârî olduğunu bilse. O müselsel besmelenin birbirine sımsıkı bağlı harflerine ruhunu katanın Karahisârî olduğu bilinse keşke. O çatlamış porselende bir kahve kıvamında her fert bir yudum Karahisârî içse keşke. Belki o zaman bakışlar farklılaşır ve belki o gün hani Mevlana’nın dediği gibi kutlu olur insanlar ve kutlanır giderler.
Gecenin sessizliğinde kim bilir belki bir kalem gıcırtısı gelir kulaklara, bir hattat aradan 500 yıl geçtiği halde Karahisârî tarzında yazmak için çabalar, onun talebesi Hasan Çelebi gibi olmak için yürütür kalemini. Yeni bir Karahisârî olmak için kim bilir…
Ustaların ustası, hattatların piri, Şemsü’l-hat Karahisârî bir şiir söyler ve her şey susar kim bilir.
Ey hüsn-i Hatt ile feleğe baş yetişdüren
Bil kim vücûdum ayağın altında hâkdür…
Ve bir Hüdâyî Mustafa Efendi düşürür tarihi “Geçti hayfa Karahisârî-i pîr”. Yok olmuş bir mezar taşı Sütlüce’den Şeyh İshak türbesinin haziresinden sessiz sessiz tarihi söyler. Kendisi için yazdığı mezar taşına tarihi 963 yazar talebesi Hasan Çelebi. Ve bir Fatiha ile ustasının yanına uzanacağı güne kadar uzaklaşır…
Mustafa Cemil Efe