Hezarfen Necmeddin Okyay
1883 yılının 29 Ocak günü Üsküdar’da dünyaya açmış gözlerini. O devrin usulü gereğince dört sene, dört ay, dört günlük iken mektebe başlatılmış. Karagazi Mektebinde ilk tahsilini görmüş, ardından Ravza-i Terakki Mektebinde, bugün ortaokul diye bilinen tahsilini yapmış. (Bu mektep bugünün üniversitelerinde verilen eğitimden daha üstün bir eğitimi o yaştaki çocuklara aşılayan bir mektep) hep yıldızlı aferinler ve daima iftiharlar alarak sınıflarını geçmiş. Bu sırada okulun yazı hocası Hasan Talat Bey’den Rik’a, Divâni, Celi Divâni yazılarını öğrenmiş. Zekâsı ve kendisindeki ışık, kısa zamanda bu mektebi tamamlatmış ona ve lise tahsili için Üsküdar İdâdisi’ne başlamış. Kendisindeki kabiliyeti fark eden Hasan Talat Bey, onu Sülüs ve Nesih yazı çeşitlerini meşk etmesi için o devrin en benam üstadı Filibeli Bakkal Arif Efendi’ye götürmüş. Bakkal Arif Efendi’de bu iki çeşit yazıyı meşk ederken bir yandan da Tâlik yazı tarzını Sami Efendi’den öğrenmeye başlamış. Fakat bu arada ebru yapımına da merak sarmış ve hemen bu işin üstadı Üsküdar Özbekler Dergâhı Şeyhi Edhem Efendi’nin kapısını çalmış, orada da hem ebru, hem de hat sanatında yazı için kullanılan kâğıtlara ahar yapımını öğrenmiş.
Bu arada boş kalan zamanlarında, öğrenmeyi çok arzu ettiği okçuluğu, Sultan Aziz’in Okçubaşısı Seyfeddin Efendi’den öğrenmeye başlamış. Ondan hem Eski Türk Okçuluğunu, hem de yay ve ok yapmasını öğrenmiş. Soyadı kanununda kendisine verilen “Okyay” soyadı buradan gelmektedir…
Geleneksel Türk İslam Sanatkarları arasında eşine az rastlanır bir kabiliyete sahip yegâne insan olan Necmeddin Okyay “Hezarfen” lakabını en çok hak eden insanlardandır. “Bin ilim sahibi” anlamına gelen “Hezarfen” tam da onun için söylenmiştir.
Necmeddin Okyay, yukarıda da zikredildiği gibi henüz dört yaşındayken çalışmaya başlamış ve sayısı belirsiz eserler meydana getirmiştir. Çok küçük yaşlarında hafız olmuş, Arapça, Farsça gibi dilleri öğrenmiştir. Ebru hocası Edhem Efendi’den ince marangozluk, tornacılık, dökmecilik gibi zanaatları de öğrenmiş. Sonradan Medresetül Hattatin’e hoca olmuş. Aynı zamanda babasının vefatı ile Üsküdar Yeni Camii’ne önce İmam ve sonra da Hatip olarak tayin edilmiş. Bu vazifeyi kırk senenin üzerinde aksatmadan sürdürmüş.
32 yıl boyunca Şark Tezyini Sanatlar Mektebinde yaptığı hocalığın ardından yaş haddinden emekli olan Necmeddin Okyay, Toygar Tepesinde bulunan evinde bu sanatların öğretilmesi için çalışmış. Üsküdar’da bulunan bu ev iki dönümlük bir arazinin üzerinde duran eski bir yapıdır. Pazar günleri bu ev hocanın talebeleri ile dolup taşarmış.
Hocanın, eski yazıları toplama, yani koleksiyonerlik yönü de olduğu için, topladığı eserlerin ciltlenmesi işi ile de uğraşmış, bunun için mücellitliği öğrenmiştir. Ayrıca imzası olmayan yazıları tanıma kabiliyeti de var olan Necmeddin Okyay, kendisine gösterilen bir yazının imzası varsa önce imzayı kapatmalarını, sonra göstermelerini söylermiş. İmza kısmı kapatılarak kendisine gösterilen bir yazının, hattatını, hangi tarihte yazıldığını ve hangi ekole sahip olduğunu bile söyleyecek kadar da zekâ doluymuş.
Zihni melekeler bakımından çok üstün vasıflı olan Necmeddin Hoca aynı zamanda İlmiye icazetnamesi de almıştır. Çinili Camii imamı ve Tetkikat-ı Şer’iye azasından, Nuri efendiden aldığı bu icazet ile şer’i ilimlere de son derece vakıfmış.
Bitmeyen ilim aşkı ile yazılarında kullandığı mürekkepleri de kendisi yapmak isteyen Üstad, Konyalı Abdülfettahzade Vehbi Efendi’den mürekkepçiliği’de öğrenmiş. Bu öğrenilen şey gerçekten de son derece ciddi emek harcanarak öğrenilebilecek eski tarz is mürekkepçiliğidir. Hocanın yaptığı mürekkepler imal edilen mürekkeplerin yanında çok üstün sayılırmış ve çok rağbet görmüş.
Bu sıralarda mahkemelerde ehli vukuf olarak, imza sahtekârlıklarını ortaya çıkarmada bilirkişi olarak da çalışmıştır.
Toygar Tepesi’ndeki bahsi geçen evin büyükçe bahçesinde zevk için gül yetiştiren hoca, bu zevki de layıkıyla yapmış ve dünyada eşi olmayacak şekilde kendi gayretleriyle bahçesinde 400 farklı gül yetiştirmiştir. Bu güller içinde siyahlarında olduğu söylenmektedir. Bahçesindeki güllerle çeşitli müsabakalarda madalyalar bile kazanmıştır. O dönemlerde Toygar Tepesindeki evin civarından Mayıs aylarında geçenler gül rayihasından mest olurlarmış. Necmeddin Hoca evine kendisini ziyaret için gelenlere mutlaka bir kucak dolusu gül hediye eder ve öylece uğurlarmış.
Necmeddin Okyay Hoca, hat sanatında hocalarının yolunu takip etmiş ve kendine has bir üslup oluşturamamıştır. Fakat ebru konusunda bir çok yenilik yapmıştır. Örneğin çiçekli ebrunun mucidi sayılmaktadır. Bu sebeple sanat tarihinde bu tarz ebrulara ”Necmeddin Ebrusu” denilmektedir. Lale, gül, sümbül, karanfil, papatya, fulya, gelincik, hercai menekşe gibi çiçekleri neredeyse aynen ebru teknesinde resmederek ebruda bu inkılâbı yapmıştır.
Talebelerinden Uğur Derman, hocanın bu sanatlara gönlünü ne kadar kaptırdığını ve bunun öğretilmesi için ne kadar çaba sarf ettiğini anlatırken, bir hatırasını naklediyor; “Ben derse başladığım vakit, beni derse götüren zat, “efendim ders ücreti ne olacak?” diye sorunca, o sakin hocanın gözleri adeta dışarıya fırladı ve “efendim ne demek, biz bunu parayla mı öğrendik ki, para ile öğretelim. Bizim yolumuzda böyle bir şey yoktur. Bunlar sanatın ilmin zekâtıdır. Öğretmek de hepimize farzdır, saklamak olmaz. Rica ederim böyle şey teklif etmeyiniz” dedi. Ve o günden sonra kendisine vefatına kadar öğrencilik yaptım.”
Gerçek bir hocanın nasıl olması gerektiğini adeta bu sözleriyle özetleyen Necmeddin Okyay, talebelerinin naklettiklerine göre, nazik, kibar, halim selim, nüktedan ve ruhu güzel bir zat imiş. Hiç kimsenin kalbini kırmaz, daima iyi görmeye gayret edermiş. Zaten hakkında bu güne kadar yazılan yazılarda onun için hep iyi şeyler söylenmiş ve nezaketi takdir edilmiştir. Necmeddin Okyay Hoca, günümüzün sözüm ona hocalarına adeta hocalık dersi de vermektedir. Kabalık, hasislik ve despotlukla yürütülen bir hocalıkta ne kabiliyetli talebelerin önleri açılacak ne de hoca görülen şahıs tarihe şanla, şerefle ve iyi bir isimle kalabilecektir!
5 Ocak 1976 günü hayata gözlerini kapatmadan üç gün önce kendisine, “nasılsınız?” diye sorulduğunda “ölmeye çalışıyorum” diyerek, gerçekte ne kadar çalışkan ve tevekkül ehli olduğunu ifade etmiştir. Karacaahmet Kabristanında medfun olan hocanın mezar taşı ona duyulan saygının anlamsız bir göstergesi olarak halen soğuk ve estetikten uzak olarak beklemektedir…