“Kıbletülküttâb” Şeyh Hamdullah
“Kitaplarınızı getirin!..” dedi padişah. Dönemin uleması el pençe divan huzura geldiler. Yazdıkları kitapları da getirmişlerdi. Padişah bütün kitapların üst üste konulmasını emretti. Ulemanın kıdemine göre üst üste konuldu kitaplar. Padişah, huzurunda yapılan bu iş tamamlanınca ayağa kalktı ve kitapların yanına geldi. Kalbinin üzerinde tuttuğu Kur’an-ı Kerim ile kitapların yanında durdu ve ulemaya dönerek “bu Kur’an-ı Kerim’i sizin kitaplarınızın altına koyacağım ne dersiniz?” dedi. bu söz tüm ulemanın şaşkına dönmesine yetti. Bir süre sessizlikten sonra ileri gelen âlimlerden bir tanesi “hünkârım bu Kur’an-ı Kerim’dir, yüce kitabımızın bizim yazdığımız kitapların altında durması uygun düşmez” dedi. Padişah cevabı zaten biliyordu ve gülümseyerek “hakkınız var, Kur’an-ı Kerim’i sizin yazdığınız kitapların altına koymak uygun düşmez, saygısızlık olur. O zaman bu Kur’an-ı Kerim’i yazmış olan hattatı da sizlerin altında tutmak saygısızlık olmaz mı?” dedi. Hazır bulunanlar padişah tarafından hazırlanan bu kurnazca oyunda mağlup olduklarını anlayarak mahcup oldular…
1436 yılında yeni bir gün doğuyor, Amasya şehri ışıl ışıl parlıyordu. Rayihası her yere dağılan eşsiz siyahlıkta bir mürekkebi hissediyordu sanki Amasya.
Rivayet odur ki; Buhara’dan kalkıp gelen Mustafa Dede Amasya’da evlenecek kız ararken bir dervişle karşılaşır. Derviş ona filan mahalledeki fakir kadının kızını almasını tavsiye eder. Mustafa Dede bu tavsiyeye uyar ve o kızla evlenir. Bir müddet sonra aynı derviş ile yeniden karşılaşır. Derviş, kendi tavsiyesine uyduğu için ona dua eder ve şöyle der: “Allah sana bilgisi ve marifetiyle seçkin, ismi her yerde bilinen, şöhreti kıyamete kadar kalacak bir evlat versin.” Ardında da doğacak çocuğunun adını Hamdullah koymasını tavsiye eder. Derviş uzaklaşır ve kısa bir süre sonra Mustafa Dede’nin hanımı hamile kalıp bir erkek çocuk dünyaya getirir. Yine dervişin tavsiyesine uyar Mustafa Dede ve doğan çocuğa Hamdullah ismini verir. Ve dervişin duası kabul olunur…
Türk Hat sanatının en büyük üstadı doğmuştur.
“Kıbletülküttab, şeyhürramiyan, kutbulküttab, ibnü’ş-şeyh” Şeyh Hamdullah…
Çok sonraları Okçuluk dergâhının şeyhi olacağı için “Şeyh” sıfatını alan Hamdullah henüz çocukluğunda istidadını ortaya koyarak dönemin usta hattatı ve Yakut Musta’sımi’nin temsilcisi olan hattat Hayreddin Mar’aşi’den ders aldı. Hat sanatının inceliklerini onun yanında öğrendi fakat kendisini ekol sahibi yapacak yenilikler için daha çok çalışması gerekiyordu.
Sultan II. Bayezid tahta çıkmadan önce Amasya’da Vali idi. Şeyh Hamdullah ile padişah burada tanışmış ve Bayezid’in ölümüne kadar devam eden ve eşine az rastlanır fedakârlıklar içeren bir hoca talebe ilişkisi doğmuştur. Nitekim II. Bayezid Osmanlı tahtına oturmak için İstanbul’a geldiğinde yanında hat hocası Şeyh Hamdullah da vardır. II. Bayezid ve Şeyh Hamdullah İstanbul’da, sarayda sık sık bir araya geliyor ve yazı sohbetleri yapıyorlardı. Bu sohbetlerin birisinde Padişah Şeyh’e, Yakut Musta’sımi’nin yazılarının güzelliğinden bahsetti ve ondan bu yazı sanatını daha da güzelleştirmek için yol aramasını istedi. Sonra da saray hazinesinde bulunan Yakut yazılarını Şeyh Hamdullah’a incelemesi için verdi. Şeyh hiç sesini çıkarmadan evinin yolunu tuttu ve rivayete göre kırk gün kırk gece boyunca evinden çıkmadan yazıları tetkik etti. Nihayetinde Yakut’un yazılarını öyle güzel, öyle eşsiz ve pırıltılı bir hale getirdi ki görenler hayran kaldılar. İşte bu yenilik sayesinde Şeyh, asırlar boyu tüm hattatların yolundan gittiği ve “Kıbletülküttab” sıfatıyla anılacak bir işe imza atmış oldu. Elbette yapmış olduğu yenilik padişah tarafından da takdir edildi ve hediyelerle mükâfatlandırıldı.
Sonraki dönemlerde Şeyh, kendi buluşu olan bu yazı tarzı ile sürekli eserler üretmeye ve bir yandan da talebeler yetiştirmeye başladı. Şüphesiz en önemli talebesi sultan II. Bayezid Han’dı. Şeyh sarayda yazı yazmak için kalemi eline aldığı zaman padişah hemen yanına gelir onun yastığını düzeltir ve hokkasını tutardı. Hocasına duymuş olduğu bu eşsiz saygı elbette takdire şayan bir hareketti fakat dönemin uleması Şeyh Hamdullah’a karşı hafiften bir kıskançlık duymaya başlamıştı. Feraset sahibi olan II Bayezid hemen bunu fark etti ve yazımızın başında anlattığımız şekilde kimseyi incitmeden bu hadiseyi çözdü.
Şeyh Hamdullah yalnızca hat sanatı ile değil aynı zamanda okçulukla da ilgilenmiştir. Sonraki dönemlerde hattatların birçoğu okçuluk yapmışlardır. En önemli misali Necmeddin Okyay Efendi’dir. Şeyh Hamdullah’ın çok iyi bir yüzücü olduğu da kaynaklarda yer almaktadır. Bazı rivayetlere göre poturu ve gömleğini başına sarar, cüz kesesini de ağzına alarak Üsküdar’dan denize girer, suda adeta bağdaş kurarak kendini akıntıya bırakır ve Sarayburnu’na çıkar, giyinip ders vermek üzere Topkapı Sarayına gidermiş.
Şeyh Hat Sanatının âşıklarındandır. Bu sanata öyle âşıktır ki kırk yedi tane Kur’an-ı Kerim yazmıştır. Bunun yanında En’am, Evrad ve Cüz olarak yazdıkları binlerce sayfayı geçmiştir. Hazırladığı kıt’aların ve murakkaların sayısı bugün bile bir muamma olarak durmaktadır. İstanbul Bayezid Camii’nin mihrabında ve orta kapısındaki yazıları görülmeye değerdir. Ayrıca Davutpaşa, Firuz Ağa ve Edirne’deki Bayezid Camii’nin kapılarında bulunan kitabeler onundur. Edirnekapısı üzerinde bulunan Kelime-i Tevhid’de onun bu sanata verdiği değeri ve ona duyduğu aşkı özetlemektedir.
Karacaahmet kabristanındaki hattatlar sofasında adeta bir abide gibi duran mezar taşı kendisi gibi mütavazi ve bir o kadar da ihtişamlıdır. Ölümünden bu güne kadar tüm hattatlar onun kabrini ziyaret etmiş ve ilkyazı yazdıkları kalemi Şeyhin Kabrinin toprağına gömmüşlerdir. Bu güzel bir gelenek olarak halen devam etmektedir. Şeyh Hamdullah 1520 yılında seksen altı yaşında iken ahirete intikal etmiş ve arkasında kıyamete kadar unutulmayacak bir hazine bırakmıştır.
Ölmez eserler bırakanlar asla ölmeyeceklerdir…